31 Mayıs 2010 Pazartesi

Ey ney, yakıp yandıran güzel bir feryad istiyorum ben


Ey çenk, İsfahan perdesini istiyorum. Ey ney, yakıp yandıran güzel bir feryad istiyorum ben.

Hicaz perdesinden güzel bir teranedir, tuttur; hüthüdüm ben, Süleyman'ın ıslık sesini istiyorum.

Irak perdesinden Uşşaka armağanlar götür, çünkü Rast ve güzel nağmeli Bûselik makamlarını arzuluyorum.

Huseyniye gir, çünkü Mâye dedi ki: O küçüklerimin de, büyüklerimin de hafif perdesini istiyorum şimdi.

Rehâvi makamıyle uyuttun beni, Zengüleyle uyandır, şimdi onu istiyorum ben.

Bu müzik bilgisi bence şehadet getirmektir âdeta; mademki inanmışım, şahadet getirmeyi, imanımı bildirmeyi istiyorum.

A aşk, aklı dağıt gitsin. A aşk, perişan nükteler istiyorum ben.

A güzel rüzgâr, aşk yeşilliğinden, aşk bahçesinden esip geliyorsun, bana da uğra, gül bahçesinin kokusunu istiyorum.

Sevgilinin ışığında güzellerin şekilleri görünmede; sevgilinin yüzünü seyretmek, onları görmek istiyorum ben. 

Mevlana Celaleddin
(II-XIII-299)

Resim : Hakan Atakan

30 Mayıs 2010 Pazar

Hatırla bunu


Yeni baştan cefaya başladın, hatırla bunu, dediğini yapmadın, sözünde durmadın, hatırla bunu.

Kıyamete dek seninle eşim demedim mi, cevretmekle eşsin şimdi, hatır-la bunu.

Karanlık gecelerde, beni yapayalnız, uyanık bıraktın da gittin, uyudun, hatırla bunu.

Düşmana karşı diken olacağım dememiş miydin; onunla gül gibi açıldın-saçıldın, hatırla bunu.

Düşmanın kulağına birşeyler söylüyordun da beni gördün, gizlendin; hatırla bunu.

Eteğine sarıldım; şöylece bir eteğini çektin de gittin; hatırla bunu.

Sana, yumuşaklıkla sitemler ediyordum; sense ağır sözler söylüyordun bana, hatırla bunu.

Defalarca düştün; ben tuttum elinden senin; bir kere daha düşebilirsin; hatırla bunu.

Mevlana Celaleddin
(VI-LXXXII-179)

Resim : Hakan Atakan

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Başımı alıp da nerelere gideyim, gönlüm-canım mı var?


Sen beni istemesen de ben seni canla-gönülle isterim; bana kapıyı açmasan da kapının eşiğinden ayrılmam, orada oturur kalırım.

Balığa benziyorum, dalga, beni karaya vursa da gene sudan başka sığınacağım yer yoktur, gönlüm, sudan başka bir yer istemez.

Başımı alıp da nerelere gideyim, gönlüm-canım mı var? Ben de, beden de, gönül de ancak padişahlar padişahı güzelimin gölgesine sığınmışız?

Yıkılmış, kendimden geçmişsem, sarhoş olup gitmişsem, kendimden geçişim, sarhoşluğum senden; birşey biliyor, birşey duyuyorsam bilişim, duyuşum gene senden.

Eğer bende bir gönül kalmışsa gönlümü alan sen değil misin? Bir saman çöpüysem meselâ, kehlibarım* gene sen değil misin?

Bugün yağlı-ballı çörek yiyormuşum gibi ağzıma gelen tat, sayıya sığmayacak derecede tatlı olan o güzelim dudaklarının tadından, lezzetinden değil de nedir?

Gönlümden iki dünyayı da sürdüm, çıkardım da "he" gibi geçtim, Allah'ımın yanına oturdum âdeta.

Ne mevki düşünürüm, ne sultanlık, ne de ululuk; mevki olarak da yeter bana aşkının devleti, rütbe olarak da.

Kul hüvallah gibi baştan başa tenzih** denizine dalmış, gark olmuş gitmişiz; Müşebbihe*** gibi benzerler isbatına uğraşıp da başaşağı düşmemişiz biz.

Tatara benziyen gamın, kızar da yağmaya, çapûla (Farsça: yağma, saldırı) başlarsa ben, tıpkı otağ gibi aşakla-sabırla (Aşak-Osmanlıca: sarmaşık) kemerimi kuşanmışım, ayak direr, dururum.

Tenbelim, kervanın içinde geç kalan biriyim amma vakitli-vakitsiz, bütün yolculuklarım da sanadır.

Dolunay gibi doğ da bunun tamamını sen söyle; çünkü Ay taliim ayrılık düğümüne düştü, bulut altına girdi, görünmez oldu.

Mevlana Celaleddin
(III-CLXXIX-259)

Resim : Hakan Atakan

*    Bir çam türü olan ağacın fosilleşmiş reçinesidir. Toplumlarda bazı süs eşya yapımında kullanılan açık sarıdan kızıla kadar çeşitli renklerde yarısaydam, kolay kırılabilen ve bir yere gömüldüğü zaman ufak cisimleri kendine çekme özelliği kazanan bir fosildir.

**   Hiç bir şeydir, çünkü algılananlar görünürde vardır.

*** Müşebbihe, İslam dininde bir fırka.

Teşbih, benzetmek anlamındadır. Müşebbih de teşbih kelimesinden türer ve benzetenler anlamına gelir. Fırkanın bu ismi almasının nedeni Allah'ı insan veya diğer yaratıklara benzetmeleri veya onun sıfatlarını çeşitli şeylere benzetmeleridir. Ayrıca, insanlarınki gibi olmasa da Allah'ın organlarının bulunduğuna inanan görüşler de bu fırkanın içinde sayılır.

Müşebbihe grubunun temel düşüncelerinin Cehm bin Safvan'ın Allah'ın sıfatlarını inkar etmesine tepki olarak doğduğu düşünülür. Müşebbihe kendi içinde birçok farklı gruba ayrıldığı gibi, Müşebbihe'nin temel düşüncelerini veya benzerlerini barındıran diğer gruplar da Müşebbihe'nin içinde ele alınır.

25 Mayıs 2010 Salı

Balık olmadıktan sonra eline deniz geçmiş, neye yarar yâni?


Aşk arslanın kanımız içmeye kalkışırsa tut ki içmiş; ne olur ki? Her an bir başka can fedâ etsem tut ki fedâ ettim, ne değeri var canın?

Şimdi sana bir sır açayım: Sen şarab olduktan sonra pervâsızca şarab içtim ben; ama birisi gelecekmiş de sarığımı, ayakkabımı alacakmış; tut ki gelmiş, almış, ne olur ki?

Aklın başında, gösteriş yapıyorsun desem ne çıkar? Tut ki birbiri ardınca çakıp duran bu çeşit yıldırımlarla beraber gösteriş de yapmışsın; nen eksilir?

Canımın elinde ebedilik fermânı var; görünüşüm, bugünlük, yarınlık; tut ki ölmüş-gitmişim, canım sağ ya.

Tanrı'dan bir deniz isteyip duruyorsun amma toprakta sürünen bir yılansın sen; balık olmadıktan sonra eline deniz geçmiş, neye yarar yâni?

Üzüm sıkıyorsun, sonra da ben riyâzat çekiyorum diyorsun; şarab içmedikten sonra üzüm sıkmışsın, ne faydası var?

Yürekleri tertemiz sûfilere, tortulu şarab içtiler diyorsun; tertemiz sûfilerin şarapları var, ama sen, tortulu şarab say onu, ne çıkar?

Bizim şarabımızı içip ağacında gülmiyen çiçeği tazeyse de, gülüyorsa da solmuş say.

A Tebrizli Şems, sen bir güneşsin, senden başkasından ışıklanmanın çaresi yok; sen olmazsan dünyada gece olur; tut ki yıldızları sayıp durmuşuz, ne geçer elimize?

Mevlana Celaleddin 
(III-LXXVII-449)

Resim : Hakan Atakan

22 Mayıs 2010 Cumartesi

Ömür, yarının ümidiyle geçip gitmede


Ömür, yarının ümidiyle geçip gitmede; faafilcesine kavgalarla-gürütülerle bitip durmada.

Ömrünü, içinde bulunduğun bugün say; bir bak bakalım, ne sevdâla geçiyor?

Gâh kese kaygısıyla, gâh kâse ümidiyle gidiyor ömrümüz; her solukta keseden eksilmede.

Ölüm, bir-bir çekip alıyor bizi; akılların beti-benzi, onun heybetinden sararıp soluyor.

Ölüm, yolda durmuş, bekliyor; ticarete dalansa seyre-seyrane gitmede.

Ölüm, anıştan da yakın bize; fakat gaflete dalanın aklı nerelere gitmede, bilmem ki.

Bedeni besleyip geliştirmiye bakma; sonucu kurban olacak zâten; gönlü beslimiye bak, çünkü odur yücelere giden.

Şu leşe, yağlı-ballı şeyleri az ver; çünkü kalıbını besliyen rezil-rüsvây oluyor da gidiyor.

Cana, yağlı-ballı düşünüş, anlayış, buluş gıdaları ver de gideceği yere kuvvetli gitsin.

Düşünüş, anlayış, buluş da Selâhaddîn'den gelir sana; çünkü o, güneş gibi yapayalnız gidiyor.

Mevlana Celaleddin 
(IV-XXXVI-172)

Resim : Hakan Atakan

Aklı olsaydı ağlardı öküz bile, eşek bile


Baş gözü, gam ne kadarsa o kadar ağlıyabilseydi geceleri de ağlardı, gündüzleri de.

Gökyüzü,  şu ayrılığı duysaydı, ağlasaydı yıldızlar da ağlardı, güneş de, Ay da.

Padişah, bu çeşit, tahttan indirileceğini bilseydi kendine de ağlardı, tacına, kemerine de.

Gerdek gecesi, ağlardı öpüşmelere, ağlardı koçuşmalara şu boşanmayı görseydi.

Lâ'l şarab ağlardı küpe, ağlardı şişeye şu mahmurluğu görseydi.

Gül bahçesi, şu güz mevsimini duysaydı anlasaydı ağlardı gül yaprağı ter ü tâze gül dalında.

Uçan kuş, şu avlanmadan haber alsaydı kolu-kanadı gevşerdi, ağlardı da ağlardı.

Hüneri, sanatı aldatmasaydı Eflâtu'u, bağırırdı-ağlardı hünere, sanata.

Pencerenin ölüm dumanından haberi olsaydı pencere de ağlardı, duvar da, kapı da.

Gemi, denizde salına-oynıya gidiyor ya; şu tehlikeyi görseydi ağlardı.

Şu potanın ateşi görünseydi mal-mülk sahibi ağlardı gümüşünün-altının haline.

Rüstem bile savaşa ağlardı, gücüne-kuvvetine ağlardı anlasaydı bu sitemi.

Şu ecelin kulağı sağırdır, feryâdı işitmez, duymaz; yoksa ağlardı kan kesilen ciğerlere.

Şu ölüm cellâdının gönlü yoktur; olsaydı da tek taş olsaydı yine ağlardı.

Sağken görselerdi ölümü, el-ayak, ağlardı birbirinin haline.

Kıvranıp can çekişirken görseydi, ağlardı dişi keçi, erkek arslana.

Yeryüzü, çocuğunu yiyen bir ana; öyle olmasaydı ağlardı oğlunun ölümüne.

Ölüm acısıyla tatlı canının nasıl veriyor; bir görünseydi ağlardı şeker bile.

Kumru, ardıç ağacının kökten söküleceğini bilseydi bırakırdı ötmeyi-dem çekmeyi de ağlardı.

Tabutun şu kefenden haberi olsaydı ağlardı götürülürken yollarda.

Yeni doğmuş çocuk, dünyaya geldiğine ağlar durur; aklı olsaydı daha önce ağlardı, daha çok ağlardı.

Aklı olmadığından susar, ağlamaz çocuk; aklı olsaydı ağlardı öküz bile, eşek bile.

Bütün acılıklardan, o tatlı dilberimiz de bir çare bulsaydı, ağlardı yağmur gibi.

O tatlı dilber ölüm acılarını tattı; neler gördü, neler; gördüklerine ağlardı o gözün sahibi de.

Benim dostum giden; giden gitti artık; nerde bu habere ağlıyacak bir haber?

Ciğerine zehirli bir ok saplandı; kalkana kaçtın amma kalkan da ağladı.

Öylesine topraklar altındayım ki şu dünya alt-üst olup ağlasa yeridir bana.

Kendine gel de sus, bir tek görüş sahibi bile yok; olsaydı ağlar-ağlardı.

Tebrizli Şems gitti; nerde o insanların övündüğü insana ağlıycak biri?

Anlamlar âlemi, onun yüzünden düğün-dernek etti; fakat ağladı şu şekiller, onsuz kalınca.

Dünyanın, şu gözden, şu kulaktan başka bir gözü, kulağı olsaydı ağlardı o göz, ağlardı o kulak.

Mevlana Celaleddin
(IV-CXXXV-271)

Resim : Hakan Atakan

18 Mayıs 2010 Salı

O bir avuç buğdayı gördün mü geri kalanını bilirsin


Bön adam ne söyleyebilir; güneşten ancak bir zerre, uçsuz bucakız denizden bir katre olan kişi, şu sonsuz macerayı nasıl anlatabilir?

Sana bir katre gösterdi mi ötesini anlarsın artık. Alım-satımda da ambardaki buğdaydan bir avuç buğday gösterirler.

O bir avuç buğdayı gördün mü geri kalanını bilirsin, değirmen dönünce nasıl bir un olacağını bilirsin.

Sende eski bir ambarsın, elini bir daldır da al şu ambardan bir avuç buğday; gör bakalım ne çeşit bir buğdaysın, bir gör de sonra değirmene götürmiye kalk.

O âlem değirmene benzer, şu âlemse harmana; burada buğdaymısın, fasulye mi? Her ne isen orada da ancak osun.

Yürü, bırak şu inadı a inatçı, bak, o hoca bekleyip duruyor; o işini yarım yamalak gören işçi, acele etmede, hadi gel diye çağırmada.

Ey hoca nasılsın sen, söyle; bu fitnelerle dopdolu yerde yorulup kalmışsın; çaresiz dertlere uğramış bir halde kanlara batmışsın, topraklara bulanmışsın.

Hoca diyor ki; Medet ey Müslümanlar, sakının gönüllerinizi, aklınızı başınıza alın, benim kanım döküldü, bâri bu, sizin başınıza gelmesin.

Âşıkların ızdırabını gördükçe çok kınadım onları, fesatlarla, kötülüklerle dolu bir gönülle çok kötü, çok yaraşmaz sözler söyledim onlara.

"İnceden inceye halkla alay edip koğuculukta bulunanların vay hallerine" âyeti, kötü sözler söyliyenlerin hakkındadır. Alay edene koğuculukta bulunanın devası, yaptığına uğramaktır, ettiğini bulmaktır ancak.

O insan ağzı mıdır, yılanla akrebin oyuğu mu? O oyuğu samanlı balçıkla sıva yakınları dalatma akrebe.

Aşka düş de adı sanı terket, taneleri de bırak, tuzağı da; taşa altın adını tak, cefaya, eziyete şeker de.

Mevlana Celaleddin
(I-II-50-11)

Ebru : Edâ Özbekkangay

Kendine gel, sus, Tanrı'nın merkinden kork


Sevgili ne yaparsa yapsın, nasıl olur da kötü olur yaptığı iş? Ekini arttıran, çayırı-çimeni çoğaltan, ateş olabilir mi hiç?

O güzel sevgilinin yaptığı resimlere, şekillere, akıldan başka bir sergi nasıl olabilir?

Sarhoşuna sunduğu şerbet, güzel, temiz, gönül çeker bir olmaz da ne olur yâni? 

Altı köşeli bir gemidir bu altı yönlü dünya; kıyısı-bucağı olmıyan, önü-sonu bulunmıyan deniz, nasıl sığar bu gemiye?

Bu denizden bir suya sahib olan nerkis göz, o denizi tanımada kör olur mu hiç?

Bir göz, râzılık ışığıyla açılırsa nasıl olur da gazebe uğrar, her an görüşü azalır?

Kendine gel, sus, Tanrı'nın merkinden kork; korkudan titreyen devlete dayanılır mı hiç? 

Mevlana Celaleddin
(IV-XXXVIII-174)

Resim : Hakan Atakan

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Neyimiz varsa hepsini de aşk yağmaladı; kârdan da geçmişiz, ziyandan da


Yüzünüzü seyretmedeyiz, yeşilliğe de boş vermişiz, gül bahçesine de; gözüne dalmışız, şarabı da boşlamışız, şarapçıyı da.

Evi rehine vermişiz, mahalleni yurd edinmişiz; dükkanı yıkmışız, işe boş vermişiz.

Neyimiz varsa hepsini de aşk yağmaladı; kârdan da geçmişiz, ziyandan da, alış-verişten de.

Aşk dâvasına girişmek, ondan sonra da namus, ad-san, ar-hayâ kaydına düşmek, olmıyacak bir iş; utanmayı satmışız, âra-hayâya boş vermişiz.

Neşe yurdu, gönül hoşluğu ülkesi, bize verilmiş; azın-çoğun varından da geçtik, yoğundan da.

Başımız yüceldikçe yüceldi, gökleri bile aştı; çünkü aşk zevkıyle baştan da geçtik, sarıktan da.

Biz söz söylüyoruz, sen inkâr ediyorsun, iki âlemin ikrarına da boş verdik biz, inkârına da.

Şu bir avuç köpeğe bak; nasıl da birbirlerine düşmüşler; biz köpekten doğmadık, köpek değiliz, leşe boşverdik biz.

Sırlarını Tanrı bilir ancak, bu da yeter gider; bizse kötünün kötülüğünden de geçmişiz, düzencinin düzeninden de.

Aşkın verdiği ders nasıl, ne vakit unutulur? Artık ondan bahsetmiye de boş verdik, ona dair söz kavgasına girişmiye de, onu tekrarlamıya da.

Gizlice ne yaparan apaçık o biter; dilediğin tohumu ek, boş vermişiz biz.

Yol arkadaşının mıhladızı çekti de söyletti bizi; yoksa bu yolda sözden geçmişiz biz.

Tebriz'in övündüğü Şemseddin'in yüzündeki nur sayesinde dönüp duran gök kubbedeki güneşe bile boş vermişiz biz.

Mevlana Celaleddin
(II-LXX-382)

Ebru : Feridun Özgören - Boston USA

Gül dalıyız biz, ot değil


Gül dalıyız biz, ot değil; terü tâze bir şîve istiyoruz biz.

Gökyüzü bahçesinin çiçeğiyiz; Tanrı meclisinin mezesiyiz, şarabıyız biz.

Ark değiliz, suyuz biz; bulut değiliz, Ayız biz.

Levhiz, kalemiz, harfler değiliz; kılıcız, bayrağız, ordu değiliz.

Hem oka benziyen bakışından yaralanmışız; hem siyah saçlarına bağlanmışız.

Âşıksız, gönülsüz, yoksuluz biz; hem çocuğuz, hem genç, hem ihtiyar.

Bârut gibiyiz, kuru odun gibi; hemencecik aşk ateşiyle alevleniyoruz.

Aşk ateşiyle parlıyoruz; fakat şimşek gibi çabucak sönmüyoruz.

Arslan gibi ciğer kanını içiyoruz; pars gibi peynire âşık değiliz biz.

Siz hangi eti tutuyorsunuz derler; de ki: Senin elini tutuyoruz, elden tutanlarız biz.

Kendisine tapanlar katında tiken gibiyiz amma dotsa tapanlar katında ipek gibiyiz.

Mum gibi yanıp yakılan âşıktan ayrılmamıza imkân yok, sanki fitiliz o muma.

Bizden kaçma, çünkü biz seninle, sütle bal gibi karılmışız, birleşmişiz.

Sen, eşsiz bir av beyisin; biz de eşsiz bir avız.

Güzellikte, tandırın kızarmış; yay bizi o tandıra, hamuruz biz çünkü.

Bizi, ayaklarının altına yay; ayaklarının altında bir hasırız âdeta biz.

Mevlana Celaleddin
(V-CVII-CXXXV-300-319) 

Ebru : Kerim Güngör - Mersin

14 Mayıs 2010 Cuma

Çünkü sabır sıkıntının anahtarıdır


Dal gamına ey can, çünkü sabır, sıkıntının anahtarıdır; dal gamına da sonucu melhemi yüz göstersin; sıkıntının anahtarıdır sabır.

Dertlere, kederlere öylesine dal ki sonucu, ansızın Tanrı kürsüsü de tapına gelsin, ulu arşı da; çünkü sıkıntının anahtarıdır sabır.

Dünyanın nuruyla gül de dünyanın düğünü derneği ol, yasından kurtul, emniyete ulaş, çünkü sabır, anahtarıdır sıkıntının.

A gönlüm, erkekten de vazgeç, kadından da; sök, çıkar onların sevgisini içinden de aşkla dayın da olsun, amcan da; çünkü sıkıntının anahtarıdır sabır.

Gökyüzü gibi iki büklüm olur, buyruğa uyarsan felekten de, eğri düzen işlerinden de kurtulursun, sabır anahtarıdır sıkıntının.

Hem benlikten halâs olursun, hem perçemini eline dolar da boynunu vurursun şeytanın; sıkıntının anahtarıdır sabır.

İkbalin ayağına gelir, devletin huzuruna. Kademiyle kutlanırsın, sabır, sıkıntının anahtarıdır.

İçinde bir dert var ki işin, onun yüzünden tersine düşüyor; hemencecik onu bağla sımsıkı; çünkü sıkıntının anahtarıdır sabır.

Tanrının bir hoş alemi vardır, bir an bile şu âleme bakma; Tanrı'dan başka mahrem yoktur o aleme, sabır sıkıntının anahtarıdır.

Sus, sırları söyleme, sus ki "mim ledün" sırrına ağyar nasıl erebilir?

Sıkıntının anahtarıdır sabır.



Mevlana Celaleddin

Resim : Hakan Atakan

13 Mayıs 2010 Perşembe

Bir kişi Leylâ olsa ancak sen olabilirsin, Mecnun'a dönse ancak ben


Akıl çengimden benlik, senlik telini kopar da hemencecik gönül nağmesine koyul, bir benim için çal, bir senin için.

İştiyak birliğinde hepimiz de birleşiriz, bir oluruz; fakat söze başladık mı ben ayrı bir dost olurum sen ayrı bir dost.

Bir mağaraya daldık mı Ahmed'le Abû-Bekr'e döneriz, çünkü ikilik, benim için ayrı bir mağaradır, senin için ayrı bir mağara.

Tikenlik âleminde çok sefer ettik, artık sen, ayağımdan benlik, senlik tikenini çek, çıkar.

A gönül, Mesih'inin gölgesine sığın da sarhoş bir halde yat, uyu; o gitmişti de onun için bende ağlayıp inlemedeyim, sen de.

Ben altına daldım, sense ey baş, secde edip durmadasın; evet, benim de işsiz-güçsüz durmam yaraşmaz, senin de. 

Beni arıyan kişi, senin mahallende aramalı; çünkü bir kişi Leylâ olsa ancak sen olabilirsin, Mecnun'a dönse ancak bana dönebilir. 

Yol kesen hırsızlar tutuldu, kısas çağı geldi, şimdi ona bir darağacı ben kurayım, bir darağacı sen kur.

Sus ki susmak, bana da övünmedir, sana da; söyleyişte, sabretmeyişte, sana da ayıp âr vardır, bana da.

Mevlana Celaleddin
(II-CXLIII-163)

Resim : Hakan Atakan

Sana ait her hatıram, her yâdım, aşkının damına, kapısında çıkmış bir kızoğlan kızdır


Ey sarhoşların gümüş bedenli dilberi, ey yüzünden işimin-gücümün altın kesildiği güzel, hem gümüşümü yele ver, hem gümüşümü, altınımı al.

Kışın tam ortasında atını bir hızlı sürdün mü meydanın kızgınlığından yaz bile yanar kavrulur.

Bir günlük çocukcağaz bile senin koşa-sıçraya oynayışını görse sütten kesilir, anadan da vazgeçer, memeden de.

Eyvahlar olsun o andan ki file benziyen gönlüm, sizin sarhoşunuz olur da Hindistan'ı hatırlar.

Bir gün olur da aşkınla ölüm ıstırabına düşersem, ölüm titreyişi bütün vücudumu kaplarsa her parçam, o aşkın ateşiyle bir gül bahçesi kesilir.

Sen gönül perdesinin ardından bir baş çıkar, bir görün de bedenimdeki her kıl sarhoş olsun, yeni baştan geçsin kendinden. 

Sana ait her hâtıram, her yâdım, aşkının damına, kapısında çıkmış bir kızoğlan kızdır; o kadar cilvelenmektedir, o kadar işvelenip aldatmakta.

Derken yüzünün parıltısıyla her bir hâtıram, her bir yâdım, senin gibi bir padişaha gebe kalır.

Ey Tebrizli Tanrı Şems'i kim seni sorarsa kıskançlığımdan hemencecik kimdir, hangi adamdır, soran diye onu, hem görmiye başlıyorum hem söylenmiye.

Mevlana Celaleddin
(II-CXXXIX-158)

Resim : Hakan Atakan

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Beden gölgesiz olmaz, gölgede aydın olmaz


Birlikte mekânsız hale gel, yokluğun ta kendisinde yer edin, ikilik fikrini taşıyan her başı kes, as puta tapanın boynuna.

Bu kutsî Devekuşu'nu, kanatları belirmeden, varlık kafesinde, şükrane olarak şekerle besle.

Ezel sarhoşu oldun mu ebed kılıcını al, bir Hintliye benziyen varlığı Türkçesine yağmaya koyul.

Varlık tortunu süz, sızır, arıt, o mâna şişesini arı-duru şarabiyle doldur. 

Yeryüzünün yılanı oldukça nerden din balığı olacaksın? Sevgili, balık oldun mu da herşeyi at denize.

Hayvanlara bak, hepsinin de başı yere eğilmiştir; adamsan kendine gel de başını yücelere kaldır.

Âdem medresesinde Tanrıya mahrem olduysan meleklerin âleminin başköşesine geç, otur da onlara Tanrı adlarını öğret.

İlla saltanatını elde etmek istiyorsan yokluğa var, yok ol; yokluktan bir süpürge al da herşeyi sil süpür.

Yola çıkarsan mânaa bineğine bin, bir yeri yurt edineceksen gök kubbenin en üstünü yurd edin.

İstiska* illetine tutulmuş da susuzluğu gitmez adam gibi hiç bir şeye kanma, ne kadar yücelirsen yücel, dahada yücelmeye çalış.

Başı olan rûh, yüzünü kapıya döner; senin de başında bu sevda varsa sarıl bu sevdaya canla, başla.

Beden gölgesiz olmaz, gölgede aydın olmaz; sen var, yapayalnız pencerenin bulunduğu yere doğru kanat çırp da uç.

Mecnunun töresine uy da kavganın, gürültünün başı kesil; çünkü bu aşk, daima halktan ayrıl demektir.

Hem yakıp yandıran ateş ol, hem piş, kavrul; hem sarhoş ol, hem şarap kesil, hem de ikisi de olmaksızın ikisinin de neşesine sahip ol.

Hem baş ol, mahrem ol; hem soluk al, hem soluk kesil. Hem biz ol, hem bizim ol, hem de kulluk et bize. 

Hıristiyan'ın senin manastırına gizlice yol bulamaması için gâh zünnâra** aşık ol, gâh haça sarıl.

Bilgi sahibi oldun amma varlık yüzünden oldun; varlık gözünü bırak, varlığı görme de yürü, can gözünü aç, can gözüyle gör.

Başını ayak yap da Hızır huylu Musa olan Tebrizli Tanrı Şems'ine yürü, yed-i beyzâyı görmiye çalış.

Mevlana Celaleddin
(II-CXXXVIII-156-157)

Resim : Hakan Atakan

*   Su istemek, susamak
** Hristiyan rahiplerin bellerine doladıkları örme kuşak

Beni, insafsız ayrılığa bırakma!


Sevgilim! Beni böyle dostsuz bırakma; benden uzağa gitme; beni yalnız bırakma!

Benim zavallı canım, insafın bulunmadığı bir yerde insaf dilenmeye geldi;  beni, insafsız ayrılığa bırakma!

Sen hekimsin; belki zamanın İsa'sısın! Gitme; bizi böyle hasta bırakma!

Sen bana; "Mağara dostumsun!" dedin; beni mağarada böyle yalnız başıma bırakma!

Sana, bir gece ayrılık çok az bir şey görünür ama, o ayrılığı bir de sen bana sor da, benim için çok uzun olan ayrılığa bırakma.

Az da olsa, gönlüme ateş düşürme; az da olsa, onu önemsiz sayma; beni bırakma!

Nefsim, bitti gitti. Fakat, beni bir kerre daha dinle; beni bu sefer bırakma!

Mevlana Celaleddin
(Bu çeviri Abdülbaki Gölpınarlı'nın nüshalarında yok, bulamadım, arıyorum)

Resim : Hakan Atakan

11 Mayıs 2010 Salı

Rebap feryad etmiyorsa ne diye kulağını burmuyorsun?


Sevgilin yoksa ne diye aramaz, istemezsin? Sevgiliye kavuştuysan ne diye neş'elenmezsin, çalıp çağırmazsın?

Eşin seninle uzlaşmıyorsa niçin sen, o olmuyorsun? Rebap feryad etmiyorsa ne diye kulağını burmuyorsun?

Abû-Cehil'lik, sana perde oluyorsa neden savaşmıyorsun Abû-Leheble, Abû-Cehil'le?

Bu ne şaşılacak iş diye tenbel-tenbel oturakalmışsın; böyle şaşılacak bir havaya uymadığın için asıl şaşılacak kişi sensin.

Dünyanın güneşisin sen, neden gönlün kara? Bir daha tutulmasan, tutulacağın yere varmasan olmaz mı?

Bir daha altın kesesine tamah etmiyesin diye altın gibi potanın içine girmiş, potaya tutulmuşsun, eriyip durmadasın.

Birlik, birdir diyenlerin bekâr odasıdır; sen ne diye Tanrı'dan başka ne varsa hepsinden de canını bekâr etmez, herşeyden vazgeçmezsin?

Sen hiç iki Leylâ'ya gönül vermiş  Mecnûn gördün mü? Neden bir yüzün, bir yanağın havasına düşmezsin ki?

Varlık gecende pusuya girmiş, gizlenmiş öylesine bir Ay varken geceyarısı ne diye duaya koyulmaz, yalvarıp yakarmazsın?

Yeni şaraba düşmedin, çok eski bir sarhoşsun amma Tanrı şarabı, seni kavgaya, gürültüye götürmez.

Benim şarabım aşk ateşidir, hem de Tanrı elinden sunulmadadır; canını böyle bir ateşe odun etmiyorsun ha, yaşayış haram olsun sana.

Söz, dalgalanıp duruyor amma onu dudakla değil de canla, gönülle anlatmak daha iyi.

Mevlana Celaleddin
(III-CCLIX-343)

Resim : Hakan Atakan

Ne bileyim ben


Bana nasılsın diyorsun; ne bileyim ben. Nerdensin, kimlerden diye soruyorsun; ne bileyim ben.

Hangi koca sağrakla* böyle sarhoşsun, böyle mahmursun diyorsun; ne bileyim ben.

O dudakta ne var ki o dudak yüzünden böyle tatlı dillisin diyorsun bana; ne bileyim ben.

Şu ömrümde diyorsun bana, yaşamaktan, gençlikten daha iyi ne gördün? Ne bileyim ben.

Onun yüzünde Âb-ı Hayat  gibi bir ateştir, gördüm; fakat neydi o; ne bileyim ben.

O yüze karşı, yıllarca hayran kaldım; beden misin, can mı diyorum; ne bileyim ben. 

Ben, sensem peki, sen kimsin; sen bu musun, yoksa o mu; ne bileyim ben.

Ben kim oluyorum ki böyle düşüncelere dalıyorum? Merhametli can mısın yoksa? Ne bileyim ben.

Bana, yolunda oturmuş-kalmışsın diyorsun; yoksa yol gözeten misin sen? Ne bileyim ben.

Beni gâh yay yapmadasın, gâh ok; fakat sen okmusun, yay mı? Ne bileyim ben.

Ne mutlu andır o an ki bana, can bağışlarım sana desin; bense sen bilirsin derim, ne bileyim ben.

Sabırsızlıktan, a Tebrizli Şems derim; böyle misin, öyle misin; ne bileyim ben.

Mevlana Celaleddin
(VI-CXXX-221)

Resim : Hakan Atakan

* Sürahi, Kâse, Kap

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Anladım ki gözyaşlarım sanadır


Küle döndüm ama közde yanmadım, bir gönül ki böyle yanar sanmadım, pınarlardan içtim içtim kanmadım, anladım ki susuzluğum sanadır.
 
Kuluna hem yoldaş arkadaş verdin, hem ana hem baba hem kardeş verdin, sofrasına ekmek verdin aş verdin, anladım ki bu açlığım sanadır.
 
Yollarına  ömür serdim dolaştım, toz toprağa çamurlara bulaştım, en sonunda menzilime ulaştım, anladım ki bu çileler sanadır.
 
Yollar gördüm aşk peşine düşeli, eğri doğru dönemeçli köşeli, yollar gördüm sabırtaşı döşeli, anladım ki bütün yollar sanadır.
 
Kullar gördüm semaya el açmada, bin vecd ile bedenden vazgeçmede, kullar gördüm yücelerde uçmada, anladım ki tüm secdeler sanadır.

Vicdanımı karalarla bağladım, yaralarım haram ile dağladım, pişman olup yıllar yılı ağladım, anladım ki gözyaşlarım sanadır.

Herşey döne döne sana gitmede, yıldızların bile ömrü bitmede, tüm kainat hamdü sena etmede, anladım ki bu dönüşler sanadır.



Bazen bir kitapsın, kulun elinde, bazen ilâhisin âşık dilinde, binbir ses gibisin gönül telinde, bu şiirler, bu besteler sanadır.

Mevlana Celaleddin
(Bu çeviri Abdülbaki Gölpınarlı'nın nüshalarında yok, bulamadım, arıyorum)

Resim : Hakan Atakan

Lâ'l dudakların hastalara İsâ'dır


Ateşine atıldım; yandım-yakıldım da dumanım tütmedi... Ateşine su serptim; fayda etmedi.

Gönlümü binlerce kez sınadım, denedim; seninle buluşmaktan başka hiçbir şey hoşnut etmedi.

Gönlümün aşktan çektiğini kimsecikler çekmedi... ateşte gönlümün verdiği kokuyu ödağacı bile vermedi.

Bu kul dedim, gönlünü aşka rehin vermedi mi. Sevgili, evet dedi; verdi, verdi ama tez vermedi.

Âh gördün ya; bu suçun bana ettiğini sivrisinek  bile Nemrud'un * başına-beynine etmedi. 

Lâ'l dudakların hastalara İsâ'dır ama bir türlü benim hasta gönlüme bir sağlık vermedi.

Canım oklar atan bakışlarından yaralanmadı; çünkü senin güzelim saçlarından başka bir  zırha, çukala ** bürünmedi.

Çayırı-çimeni kıskandıran güzelliğinin, alımının tadı-tuzu, bu kulun ciğerinden başkasını tuzlamadı. 

Yeter? sus... Sevgilinin gamı definedir ama o defineyi, şu altınla bezenmiş yüzden başkası da övemedi.

Mevlana Celaleddin 
(VII-XXXV-304)

Resim : Hakan Atakan

*    Araştırınız Nemrud ve Sivrisinek Efsanesi
**
  Eskiden savaşta atlara giydirilen zırhlı örtü ki bir çeşidini savaşçılar da
     giyerlerdi.

Senin yüzünü görmedikten sonra tut ki yüzlerce dünya görmüşüm; ne çıkar?


Senin yüzünü görmedikten sonra tut ki yüzlerce dünya görmüşüm; ne çıkar? Senin sözün olmadıktan, senden bahsedilmedikten sonra tut ki sırrın da sırrını duymuşum; ne faydası var?

Seni ne Âdem rüyasında gördü, ne soyu-sopu; güzelliğini kimlere sorayım, tut ki herkese sormuşum, kim anlatacak?

A gözlülerden bile gizli olan, seninle buluşamadıktan sonra tut ki cennette ebediyim, hurilerle eşim, devlet yâr olmuş bana; ne anlarım bunlardan?

Her an, senin şekerler gibi tatlı öfkeni görmedikten, ballar gibi tatlı nâzını çekmedikten sonra tut ki mana padişahlarına bile nazlanmışım, onlar bile nâzımı çekiyorlar; ne fayda?

Ayrılık bulutu senin ay yüzünü örttükten sonra o bulut, tut ki başıma inciler, mücevherler yağdırmış, ne kârım var?

Sarhoşlara mum da senin yüzün, sevgili de; yüzünü görmedikten sonra her yan, yüzbinlerce şarap küpüğüyle dolmuş, ne çıkar bundan?

Hızır, ben yokken senin yüzünü görürse eyvahlar olsun bana; fakat yüzünü görmezse tut ki her an âbıhayat içiyor; ne faydası var?

Şu aşağılık büyücü karı, şu dünya, mademki yokolup gidecek bir gün; tahtını, bahtını, dünya hazinelerini bana bağışlamışlar say; ne olur ki yani?

Tâ önüne ön olmıyan demde gerçeklerin canları, senin yoluna dökülüp saçılmış; yüzünü görmedikten sonra tut ki bu saçları ben toplamışım; elime ne geçer ki?

Şu can Mısır'ımın azizi, senin yüzünü görmedikten sonra tut ki iki günde bir şeker dudaklı bir Yûsuf satınalmış; ne çıkar bundan?

Derdimden, çakmak taşıyla demirden her an, bir kıvılcım çakıp durmada; o kıvılcım çakmazsa gök gürlemiş şimşek çakmış bana ne?

O deli-divaneyi bir gececik şu zincire konuk et; senin saçlarına sarılmaz, onları dağıtmazsa tut ki kendisi darmadağan olmuş; ne işe yarar?

Senin aşkın yüzünden bütün dünya, kötülüğümü söylese pervâm yok; tut ki bir gerçek hakkında binlerce yalan söylenmiş, bir doğruya yüzlerce iftira edilmiş; nolur yâni?

Ayrılığınla iki dünyada da en mazlûm biri varsa o da benim; artık zâlim, tut ki seni mazlûmundan feryat ediyor varsın etsin.

A Tebrizli Şems, mahallenin köpeklerinden söz açmazsam tut ki dünyadaki arslanları övmüşüm, ne çıkar bundan?

Mevlana Celaleddin
(III-LXXVI-447)

Resim : Hakan Atakan

Senin arı-duru denizin benim ancak


Demedim mi sana, gitme oraya, seni tanıyan, bilen benim ancak; şu yokluk serabında yaşayış kaynağı benim ancak.

Kızsan da bin yıllık yola gitsen de sonucu gene bana gelirsin, varacağın yer benim ancak.

Demedim mi sana, dünya hallerine, dünya şekillerine râzı olma; senin râzı olacağın otağın şekillerini düzen benim ancak.

Demedim mi sana, deniz benim, sen bir balıksın, karaya, kuruluğa gitme, arı-duru denizin benim ancak.

Demedim mi sana, kuşlar gibi tuzağa gitme; gel ki, kanatlarına uçuş gücünü veren benim ancak.

Demedim mi sana, yol kesenler var, seni soğuturlar bomboz ederler; havandaki ateş de benim, ıssılık da benim ancak.

Demedim mi sana, kötü huylar verirler sana; beni kaybedersin; halbuki senin arı-duru kaynağın benim ancak.

Demedim mi sana, kulun işi-gücü hangi sebeple düzene girer acaba deme; sebepsiz-cihetsiz yaratıcı benim ancak. 

Gönlünde bir ışık varsa bil bakalım, nerde evin yolu; Tanrı huyluysan eğer bil ki ev sahibin benim ancak.

Mevlana Celaleddin
(III-CLXX-250)

Resim : Hakan Atakan

Şarapla sarhoşsan neden coşup köpürmezsin?


Şarapla sarhoşsan neden coşup köpürmezsin? Şarabın yoksa ne diye haber vermezsin?

Can Mesih'inden üç-dört kadeh içtiysen niçin dördüncü kat göğü aşmazsın?

Sarhoş olduğun kişiden ne diye ayrılırsın? Başına sersemlik veren adamdan niçin kaçınıp çekinmezsin?

Güneş gibi niçin külâhını yana eğmezsin? Ay gibi kendi ışığından ne diye kemer kuşanmazsın?

Evveline evvel olmıyan güzellik güneşi, kılıç vurdu mu lâ'l mâdeni gibi neden canını, gönlünü o kılıca siper etmezsin?

Şeker kamışı gibi sen de o nefesi güzel lâ'l dudakların lezzetini tattıysan ne diye ona dönmezsin, ne diye dünyayı şekerlerle doldurmazsın?

Bulut gibi sende o denizden gebe kaldıysan ne diye ona benzemezsin, ne diye yeryüzünü incilere gark etmezsin?

Bir gül bahçesine benziyen yüzünden gül yüzlüler coşup duruyorlar, namussuzun biri değilsen niçin bakıp görmezsin?

Bak da gör, bağda-bahçede yeşiller giyinmiş dilberler, elbiseler, kaftanlar bağışlayan padişahın tapısına geldiler, sen de ne diye yola düşmezsin? 

Yaşayış baharından hırka giyinmişsen, elinde ondan bir secere varsa niçin ağaç gibi sen de gönlündeki gizli şeyleri belirtmez, ortaya dökmezsin?

Mademki dünya yok-yoksul kişiye itibar etmiyor, ne diye yokluk meclisinde muteber bir geçime dalmazsın?

Mevlana Celaleddin
(III-CCLX-344)

Resim : Hakan Atakan